6 Aralık 2014 Cumartesi

Fury

 Savaş filmlerinin yeri her zaman ben de ayrıdır. Özellikle savaş sahnelerinden çok, savaşın psikolojisini de seyirciye aktarmaya çalışan filmlerin yeri apayrıdır. Fury ‘de bu filmlerden biri. Doğruyu söylemek gerekirse iyi bir savaş filmi çıkmayalı uzun seneler olmuştu. Brad Pitt ‘in bu filmde başrol oynamayı kabul etmesi ile filmin başarılı bir senaryoya sahip olduğunu zaten anlamıştım. Filmin beklentilerimi karşılayan yönleri olduğu gibi, beklentilerimin altında kalan yönleri de tabii ki oldu. Ancak genel anlamda filmi başarılı bulduğumu söylemeliyim.


 Bildiğimiz gibi Amerikanlar tarihini dünyaya en iyi yansıtan millet. 2. Dünya Savaşı ile ilgili hemen hemen her konuda filmler çekmiş olan ve bu filmleri tüm Dünya’ya oldukça iyi bir şekilde pazarlamış olan Amarikan sineması, 2.Dünya Savaşı’ndan bir konu daha çıkarmayı başarmış. Filmimiz 2.Dünya Savaşı’nın son aylarında geçmekte. Filmimizin kahramanı bir Amerikan tankını yönetmekte ve ekibi ile zorlu görevlerin üstesinden gelmektedir. Kahramanlarımızın son görevi ise Almanya’nın son kıvranış döneminde ölümcül darbeyi indirmektir.



 Anlayacağınız üzere bu sefer Amerikan sineması 2. Dünya Savaşı’na bir de tank ve tankçıların gözünden bakmak istemiş. Ve yine her zamanki gibi başarılı olmuşlar. Film izlemeden önce aksiyon sahnelerinin halkulade olacağını fakat savaşın getirdiği baskı ve psikoloji hakkında detaylara inilmeyeceğini ve savaşın son döneminin iyi yansıtılmayacağını düşünmüştüm. Film bu konuda beklentilerimi fazlasıyla karşıladı. Filmin hemen hemen tamamında karakterlerimize savaşın nasıl bir etki yarattığını anlayabiliyoruz. Tabii ki bunda Brad Pitt, Logan Lerman, Shia LaBeouf, Michael Pena ve The Walking Dead ‘den tanıdığımız Jon Bernthal ‘ın oyunculuklarının etkisi büyük. Ekibimizin her bir üyesi, nasıl bir kafa yapısında olduklarını ve neredeyse delirmek üzere olduklarını mükemmel bir şekilde bize belli ediyorlar. Özellikle ekibimize sonradan katılan genç askerin ilk savaş deneyimi ile bir anda değişmesi filmin en önemli detaylarından birisi. Sadece kahramanlarımızın değil savaş döneminin sonlarına doğru Almanya’nın ve Almanların içinde bulunduğu durum, psikoloji ve bıkkınlık da gerekli detaylarla izleyicilere sunulmuş. Bu detaylar her ne kadar arka plandaki önemsiz şeyler gibi gözükse de izleyici filme çekmeyi başaran ve filmin gerçek bir sanatsal yapıt olmasını sağlayan en önemli unsurlar.

 Tabii ki bu unsurların yanında bir savaş filmini kaliteli kılan en önemli şey savaş sahneleri ve bu sahnelerin gerçeğe yakın şekilde işlenmesi. Brad Pitt’in oynadığı bir filmde savaş sahnelerinde bulunan aksiyonun kalitesiz olacağını düşünmeye gerçekten gerek yok ama gerçekçi işleme konusunda bazı ufak tefek sorunlar olabilir. Evet film tarihi iyi yansıtmış ancak tabii ki az da olsa bir Amerika yüceltmesi, her filmde olduğu gibi bu filmde de mevcut. Tabii ki bu söylediklerim filmin içinde çok rahatsız edici bir biçimde bulunmuyor. Bana göre filmin savaş sahneleri bakımından tek eksiği Alman ve Amerikan tankları arasında kora kor mücadele içeren çok az sahne bulunması. Evet senaryo gereği filmin böyle işlenmesi gerekiyormuş ama kesinlikle konulacak ekstra bir sahne filmi bir gömlek yukarı taşıyabilirmiş.

 Kısacası Fury son yıllarda sinemaya gelen en başarılı savaş filmlerinden biri. Özellikle 2.Dünya Savaşı’nın insanlar üzerinde yarattığı havayı anlamak ve Nazi Almanya’sının son zamanları hakkında bir şeyler görmek istiyorsanız bu film sizin için harika bir tercih olacaktır.

IMDB oranı : 8 / 10


Benim notum : 7.6 / 10

5 Ekim 2014 Pazar

Gotham

Yozlaşmış şehir Gotham’da Batman’siz adelet savaşı!

 Gotham dizisi etkileyici bir giriş ile seyirci ile buluştu. Özellikle ikinci bölüm nefes kesti diyebilirim. Gotham şehri ve James Gordon’un mücadelesinden bahsetmemek tabii ki olmazdı. Öncelikle şunu söyleyeyim beklediğimize değen bir dizi bizlerle. İlk bölüm sonrası kafamda birçok soru işareti vardı. Ancak bir dizi için en azından 3 bölümlük bir sabır gerektiği düşüncem beni Gotham’dan vazgeçirmedi ve bu sayede ikinci bölüm ile derin bir oh çekip bu dizi olacak diyebildim.



 Bildiğiniz üzere Gotham dizisi James Gordon’ın yozlaşmış şehir Gotham için verdiği mücadelelerin Batman ‘siz kısmını ele alıyor. Batman ‘siz bir Gotham izlenmez gibi düşünenler oldukça yanılıyorlar çünkü bu dizi aynı zamanda boşlukta kalan Batman karakterini de dolduruyor, daha doğrusu Bruce Wayne ‘in karakterini dolduruyor. Bruce Wayne ‘in ailesini kaybettikten sonra yaşadıkları Gotham dizisi ile detaylı bir şekilde işleniyor. Dizi de beğenemediğim tek bir nokta var diyebilirim. O da yansıtılmak istenen şeylerin abartıya kaçırılmış olması. Yani ailesini gözlerinin önünde kaybeden Bruce Wayne büyük bir trajedi yaşıyor biliyoruz ancak bu çocuk bu kadar da güçsüz değil. Yıllarca Batman serileri izledik ve Bruce Wayne ‘in her zaman güçlü bir karaktere sahip olduğunu biliyoruz. Dizide aslında Bruce Wayne güçsüz ve yardıma muhtaç bir çocuk izlenimi verilmiyor ancak yaşadığı trajedinin büyüklüğünü bize tasvir edebilmek için biraz fazla uğraş gösteriliyor. Bu da dikkatli bir izleyicinin haliyle gözünden kaçmıyor. Bu abartıya kaçma olayının en büyük etkisi bir de Gotham şehri için yapılmış. Biliyoruz Gotham ‘da başta adalet sistemi olmak üzere neredeyse bütün sistemler çökmüş, yozlaşmış ve pisliğe bulanmış bir durumda. Ancak Batman filmlerinin özellikle Cristopher Nolan’ın The Dark Knight serisinin bizlere verdiği bir mesaj vardı; Batman en zorlu zamanlarda bile iyi insanlarda gördüğü ışık sayesinde mücadelesine devam etti. Ancak Gotham dizisinde durum böyle değil şu ana kadar izlediğimiz kısımda James Gordon ‘dan başka iyi bir insan yok. Bu gerçekten ciddi bir abartı çünkü Batman ‘i daha önceden izlemiş kimseyi James Gordon’ın Gotham ‘ı kurtaracağına ikna edemezsiniz ki durum da öyle değil. James Gordon Batman’a ışık veren ve şehir için değerlerinden vazgeçmeden mücadele eden büyük bir kahramandır ancak yürüdüğü yolda asla yalnız olmamıştır. Bahsettiğim bu konular dizi için büyük problemler oluşturacak noktalar. Ancak dizinin daha ikinci bölümde olduğunu bu yüzden dizinin ilerleyen bölümlerinde James Gordon ‘un yalnız kalmayacağına ve Bruce Wayne ‘in kendi yolunu çizmeye başlayacağına inanmak istediğimi söyleyebilirim.



Beğenmediğim noktadan detaylıca bahsettikten sonra gelelim diziyi neden izlememiz gerektiği kısmına. Öncelikle dizinin kalitesinden bahsetmeliyim herhalde. Gotham’da efektler ve çekimler bir dizi değil de yüksek bütçeli bir film projesiymiş gibi başarılı. Gerçekten bir dizi için özellikle süper kahramansız bir Gotham şehrini anlatacak dizi için bu kadar başarılı efekt ve çekimler beklemiyordum. Sanırım Warner Bros bu diziyi gerçekten ciddiye alıyor ve bu durum dizinin geleceği ve ilerde gelebilecek 3. Batman serisi için büyük bir fırsat. Ayrıca senaryonun ciddi manada anlamlı ve güzel olacağı mesajı da ilk iki bölümle veriliyor. İki bölümde bu kanıya nasıl vardın diye düşünebilirsiniz. Dizinin daha ilk bölümünden senaryonun kapsamlı ve geniş bir zemine yayılacağı mesajı izleyicilere verildi aslında. James Gordon henüz kendisine bir düşman belirlemiş değil ancak şehir düşmanlarla dolu. Ayrıca bu düşmanların ortak hedefi James Gordon değil birbirleri. Bunun yanında James Gordon ‘un bir de Bruce Wayne sorumluluğu var. Daha hikâyeye katılmamış muhtemel karakterleri de düşününce Gotham ‘ın bu konuda bir sorun yaşamayacağını ve aksine iddialı bir senaryoya sahip olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten bu konuda genel olarak Gotham diğer süper kahraman şehirlerine göre inanılmaz yetilere sahip. Batman ‘in bir ilke savunuyor olması da senaryo da yapım ekibine destek veren bir şey çünkü Bruce Wayne’i bu ilkeye götüren yolu çizmek ve bunu anlatmak bile büyük bir sükse yaratacaktır.



 Oyunculardan da kısaca bahsedelim istiyorsanız. Öncelikle şunu söylemeliyim oyuncu seçimleri harika yapılmış. Dizi de yadırgadığım tek oyuncu Alfred rolündeki Sean Pertwe oldu. Sanki bizim tanıdığımız Alfred ‘e nazaran Bruce Wayne’e daha farklı bir yaklaşım sergileniyor gibi geldi bana. Ancak bunu net konuşmak için birkaç bölüm daha beklememiz gerekiyor. James Gordon ve Harvey Bullock seçimleri ise gerçekten mükemmel. Zaten dizinin bu iki karakter üzerinden gideceğini düşünürsek dizi hanesine büyük bir artı daha eklemiş oluyoruz. James Gordon rolündeki Ben McKenzie ‘yi bir çoğumuz The O.C ‘den tanıyoruz ancak kendisinin Batman: Year One filminde Bruce Wayne ‘i seslendirdiğini de hatırlatmak gerek. Harvey Bullock rolündeki Donal Logue ‘yi ise hepimiz Vikings dizisinden tanıyoruz. İki isimde dizide gerçekten inanılmaz işler başarıyorlar. Bruce Wayne karakterini canlandıran David Mazouz ‘un performansı ise standart bir çizgide ilerliyor. Henüz Cat Woman haline gelememiş Cat karakterini canlandıran Camren Bicondova ‘da Gotham ile kariyerine mükemmel bir başlangıç yapmış.



 Gotham dizisi hemen hemen tüm izleyici kitlesinde büyük bir beklenti yaratmıştı. Bu büyük beklenti ve bu projeden önce Gotham’ı anlatan efsane olmuş bir film projesi olması Gotham dizisinin işini daha yayın hayatına başlamadan oldukça zor bir duruma sokmuştu. Birinci bölüm büyük beklentilerimize yetişemedi ancak dizi ikinci bölümüyle gelecek adına umutlu mesajlar verdi diyebiliriz. Batman ve Gotham hayranı birisi olarak sadece Bruce Wayne ‘in karakterinin nasıl geliştiğini görmek için bile bu diziyi izlerdim ancak dizi buna gerek kalmadan harika işler yapmaya başladı. James Gordon ‘un bu yozlaşmış şehri kurtarmak için verdiği mücadeleye mutlaka şans tanıyın derim.

İMDB oranı: 8.4 / 10


Benim notum : 8.7 / 10

4 Eylül 2014 Perşembe

Lone Survivor

 Bu yazımda sizlere bana göre son yıllarda seyirciyle buluşmuş en iyi aksiyon ve macera filmlerinden biri olan Lone Survivor filminden bahsedeceğim. Film hakkında konuşmadan evvel önce birkaç şeyin kararını verelim. Evet en iyi aksiyon filmleri Amerikan yapımı oluyor ve evet tabii ki Amerikan askerini ve halkını ilahlaştırıyor. Bu bir eleştiri konusu mudur? Kısmen. Daha iyi aksiyon filmi yapabilen bir millet yok çünkü. Ben artık kaliteli bir aksiyon filmi izlemek istediğim zaman Amerikan yandaşlı olacağı bilinciyle oturuyorum filmin başına ve bunu eleştirmekle vakit kaybetmiyorum. Siz bunun bilincinde olduğunuz sürece bence sorun yok. Ben daha çok filmden tat almaya bakanlardanım. E peki Amerikan aksiyon filmi olup da Amerika’yı yüceltmeyen bir film yok mu derseniz size sadece bunu az yapan filmler oldu diyebilirim ki geçtiğimiz yıllarda Oscar kazanan Argo bunlardan biriydi ancak büyük bir kesim neden Oscar kazandığını sorguladı. Ben yazımda bu kısmı atlıyorum filme film gözüyle bakıyorum. Tarihi olmayan bir ülke en büyük tarihini sinema haline getiriyorsa ben buna gerçekten saygı duyarım. Tarihi dopdolu olan bir ülkede de en başarılı filmler zekice espriler bile içermeyen komedi filmleri oluyorsa o tarihin bir işe yaramadığını da üzülerek belirtmek gerekiyor.


 Filmimize dönecek olursak Lone Survivor, aksiyon, macera, drama, biyografi dallarının kesişim kümesinde duran ve bu dalların hepsini hikâyeye homojen bir şekilde dağıtmayı başarmış bir yapım. Bu etken filmin başarısındaki en büyük sebeplerden birisi bence. Aksiyonun doruk noktasında dram, dramın doruk noktasında heyecan ve filmin her yanında gerçek bir öyküden uyarlanışını seyirciye hissettiren noktalar mevcut. Ve bu gerçekten insanı filmin içine çekiyor. Bir sonraki sahneyi merak ediyorsunuz. Hikâyeyi merak ediyorsunuz. Film başında aslında sonunu sizlere birazcık gösteriyor ki ben böyle filmleri baya ilginç bulurum. Çünkü filmi izlerken filmi önceden gördüğünüz sahneye bağlayacak farklı düşünceler kafanızdan geçiyor ve her sahnede farklı bir yön seçiyorsunuz kendinize. Genelde okuduğum kitaplarda da böyle ilginçlikler yapmayı seven bir insan olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Lone Survivor tam benlik bir filmmiş. Benlik bir film olup olmaması tabii ki sizi ilgilendirmiyor. Savaş ve çatışma sahnelerinin aşırı gerçekçiliği, oyuncuların mükemmele yakın performansları ve gerçek bir hikayeye sırt dayayan bir film olması Lone Survivor’u en iyi aksiyon filmlerinden biri haline getiriyor.



 Filmin konusu için yüzeysel olarak 4 kişilik bir Amerikan komando ekibinin bir operasyon için dağa gönderilmesini ve işlerin istedikleri gibi gitmemesi sonucu operasyon bölgesinden kaçmaya çalışmalarını anlatıyor diyebiliriz. Film hakkında ekstra söyleyebileceğim bir şey yok. Harika senaryo, iyi oyunculuk, gerçekçi sahneler bu filmi eşsiz kılıyor. Filmden bahsetmeyi bırakıp Amerika’nın Afganistan’da yaptıklarını iyi bir şeymiş gibi göstermelerinde sinemayı kullanmaları için yazmaya başlarsam size sayfalarca yazı yazabilirim. Ama ben susmayı tercih ediyorum. Fikirlerimi merak edenler, bu konuda bir şeyler konuşmak isteyenler benimle her zaman iletişime geçebilirler. Tekrar Lone Survivor’a dönecek olursak; kesinlikle izleyin derim.

Not: İzlerken Mark Wahlberg’in muhteşem oyunculuğuna dikkat edin…

İMDB oranı : 7.7 / 10


Benim notum:  8 / 10

21 Temmuz 2014 Pazartesi

On the Road

 Amerikan edebiyatında büyük önemi olan bir kitabın beyaz perdeye uyarlaması olan bir film var karşımızda. Aslında ben her kitabın filmi olmaz diyenlerdenim. Özellikle sosyo-kültürel yapıyı bir hayli etkilemiş, psikolojik önermelere bolca yer veren ve de döneminin şartlarını gerçekçi işleyen sanatsal kitapların filmlere dönüştürülmesinin imkansıza yakın olduğunu düşünenlerdenim. On the Road filmini izlediğimde ise büyük bir ikileme düştüm bu konuda. Elbette bir filmin, kitabın tüm etkisini vermesi, tüm detaylardan bahsetmesi beklenemez ancak “en iyi şekilde nasıl yapılır” dersek On the Road filmini göstermemiz yeterli. Bu başarının ardındaki sebeplerden de bahsetmemiz gerekir tabii ki. Söylediklerimle oyuncuların ve yönetmenin hakkını yiyeceğim sanırım biraz. Bana göre filmi kaliteli kılan etken filmin amacının seyirciyi çekmek, çok izlenmek, merak uyandırmak olmaması. Yönetmen Walter Salles “Elimizde harika bir kitap var, biz sadece ondan bahsedelim.” demiş olmalı.


 Macera, dram ve hatta tarih tiplerine giren bu film için şunu söylemem gerekiyor. Eğer olağan akışında devam eden, iniş çıkışın, heyecanın çok ender olduğu filmlerden hoşlanmıyorsanız bu filmde çok sıkılırsınız. Gördüğüm kadarıyla filmi eleştirenlerin değindiği ortak nokta da bu. Ama unutmamak lazım ki filmin başarısını sağlayan etken de durağan bir yapıda işlenmesi.


 Filmimiz genç yaşta babasını kaybeden genç bir yazarın tanıştığı yeni bir arkadaşıyla birlikte içindeki özgür ruhu keşfetmesini ve Amerika’yı baştan sona dolaşmasını anlatıyor. Evet film size şu an çok sıradan gelmiş olabilir. Ancak durum bundan ibaret değil. Öncelikle filmimiz bir yolculuk hikayesi değil aslında. Genç yazarımız Sam ve arkadaşı Dean’in serüvenleri yer yer kesiliyor, duraksıyor. Devamlı bir yolculuk anlatılmıyor anlayacağınız. Bu da filme ekstra bir gerçeklik katıyor. Ayrıca yolculuk sırasında tanıştıkları ve de yaptıkları her olay aslında bir mesaj barındırıyor.


 Filmde eksik olabilecek tek nokta sanırım dönemin şartlarının çok fazla yansıtılmaması. Amerika tarihini bilmediğim için ve Amerika’nın o dönemleriyle ilgili çok sınırlı bilgiye sahip olduğum için filmi izlerken bu etken beni hiç etkilemedi diyebilirim. Ancak yaptığım araştırmalara göre filmin en çok konuşulan kısmı da burası olmuş. Film dönemden kesitler sunarak bize dönem şartlarından az da olsa bir şeyler veriyor ancak o dönemdeki düşünce yapısından (kahramanlarımız dışında) neredeyse hiç bahsedilmiyor bu da dönemin şartları yansıtılmadı eleştirilerini beraberinde getiriyor. “Beat kuşağı” bu filmi izledikten sonra araştırılması gereken terim bana göre. İzlemeyi düşünenlerin aklında olsun.

 Zaman ayırdığınıza pişman olmayacağınızı düşündüğüm bir film On the Road. Birde caz müzik seviyorsanız film de size güzel sürprizler de olacak.

IMDB oranı : 6.1 / 10


Benim notum : 7.6 / 10

4 Temmuz 2014 Cuma

Constantine

 Karşımızda John Constantine !
 Ve beklenen dizi yayına girdi. Filminden sonra dizisinin nasıl olacağı, filmden etkilenip etkilenilmeyeceği, Keanu Reeves’in oluşturduğu Constantine karakterinden sonra izleyicinin yeni Constantine’e nasıl bakacağı gibi bir çok soru vardı insanların kafasında. Her ne kadar dizilerin ilk bölümünden bir karar verilmeyecek olsa da Constantine dizisini kısaca tanıyalım ve değerlendirelim istedim.


 Dizinin ilk bölümü başarılı olmuş. Ancak benim bütün beklentilerimi karşılamadı. Bunun sebebi Constantine filminin büyük bir hayranı olmam ve de Matrix’ten süre gelen Keanu Reeves sevgim olabilir. Tarafsız bir şekilde bakmaya çalıştığımda yayında olan birçok diziden daha kaliteli olduğunu direkt fark edebiliyorum. İlginin çok olacağı ve uzun zamandır bu tarzda bir dizinin bekleniyor olması da Constantine’in istenilen başarıya ulaşacağının habercisi. Evet biraz da film ile aralarındaki farklılıklardan bahsedelim. Konu olarak benzer bir durum olsa da dizi, filmden tamamen farklı ilerleyeceğini daha ilk bölümden belli etti. Constantine dizisi için en tehlikeli durum, ilerleyen zamanlarda kendini tekrar eden bir yapıya dönmesi olur, bunu engellemek de senaristlerin ellerinde. Benim dikkatimi çeken en büyük farklılıklardan biri de John Constantine. Filmde tanıdığımız John daha ciddi, işine sonuna kadar bağlıydı ve hatta esprileri bile belli bir ciddiyet içerisinde yapardı. Ve tabii ki çok daha karizmatikti. Dizimizdeki John ise biraz daha rahat ve sürekli komik olma çabasında gibi geldi bana. Ancak bu durumun altından belli ki bir şeyler çıkacak ilerleyen bölümlerde. Constantine filmini bu kadar değerli kılan etken, filmin ara sahnelerindeki ince detaylardı. İzleyici o detayları bulabilmek için ekrana kilitlenirdi. Dizinin yönetmeni ve yapımcıları da ister istemez filmden etkilenmiş olacaklar ki geçiş sahnelerinde konunun bütünlüğünü sağlayan ufak detaylar bırakmışlar. Diziyi izlerken 40 dakika nasıl geçti anlayamadım gerçekten. Ben bir izleyici olarak yönetmenin ve senaristlerin filme daha çok bağlı kalmalarını isterdim çünkü, bir John Constantine efsanesi var ve bunu farklılaştırmanın gerçekten gereği yok.



 Özetleyecek olursam etkileyici ve umut  veren bir başlangıç yaptı Constantine. Melekler ve şeytanlar arasındaki savaşta John Constantine yine iş başında. İlk bölüm itibariyle gayet başarılılar umarım, bunu uzun süreye yayarlar ve kendilerini tekrar etme durumuna düşmezler. Bize ekranın başına geçmek ve içten bir gülümseme ile “Tekrar hoş geldin John !” demek düşüyor. Keyifli seyirler.

20 Nisan 2014 Pazar

Out of the Furnace

 Bazen basitlik çok şey anlatır. Out of the Furnace’de böyle bir film. Basit bir senaryonun harika bir kadro ile çok gerçekçi bir şekilde ele alınışı diyebiliriz özet olarak. Evet, öyle gişe rekorları kıracak senelerce konuşulacak bir film değil ancak Christian Bale, Woody Harrelson gibi yıldızların harika performanslarını görmek için boş bir vaktimizi ayırabileceğimiz bir film. Aslında filmimizin üzerine söylenebilecek pek bir şey de yok. Ellerindeki malzemenin maksimumunu kullanmışlar diyebiliriz. Böyle sade bir olay örgüsünü izletebilmenin tek yolu bu zaten. Özellikle Christian Bale ile Woody Harrelson’un yetenekelerini sonuna kadar kullanmış yönetmen. O rollerde başka isimler olsaydı eminim Out of the Furnace’ın ismini hiçbir yerde duyamazdık.


 Filmimiz küçük bir kasabada yaşayan iki kardeşin hayat hikâyesini anlatıyor bir nevi. Biri Irak’ta ülkesi için savaşmış bir asker, öbürü babasının izinden gidip bir fabrikada çalışarak ailesini ayakta tutmaya çalışan ve de kardeşinin arkasını toplayan bir ağabey. Belirli bir olay örgüsünde ilerlendikten sonra ağabeyin kardeşinin intikamını almasının hikâyesini izliyoruz.


 Filmimiz için söylenebilecek birkaç şey daha var. Filmin akışı bana çok ilginç geldi. Genellikle hatta hemen hemen her filmde film olaylar ekseninde ilerler her ne kadar kahraman üzerinden gidiliyor gibi gözükse de. Ancak bu filmde olayların normal bir yaşam serüveninde aldığı an kadar üzerinde durulmuş. Bu da filme ayrı bir gerçeklik katmış. Yani film bir kitapmışçasına işlenmiş de diyebiliriz. Bana gayet başarılı bir yöntem gibi geldi özellikle bir drama filmi için harika bir yol diyebiliriz. Böylece izleyiciye verilen mesaj da havada kalıyor, filmin etkisini biz değerlendiriyoruz. Ancak bu durumun eksileri de mevcut maalesef. Filmin başındaki bazı olaylar havada kalıyor. Neden öyle bir şey yaşandı ki bile diyebiliyor insan. Aslında evet her sahnenin bir film için bir anlamı var. Örneğin ağabeyin yaptığı ufak bir hata üzerine hapise girmesi filmin sonunda ilk anda çok manasız gelebiliyor ancak aslında orada asıl istenen ağabeyin ve kardeşin aslında ne kadar yakın olduklarının anlatılması. Böylece filmin sonunda her şey daha açık oluyor. Bu bağlantıların pek başarılı vurgulandığını söyleyemem. Hep aynı şeyin eksenin de döndüm yazımda sonunda bir karara bağlarım diye ancak işin içinden hala çıkamadım. Anlattığım vurguların olmaması filmi tam bir bütün yapmıyor ama gerçekten filmde harika bir gerçeklik olgusu var. Yani bu duruma tarafsız kaldım diyebilirim.


 Boş zamanınızda değerlendirebileceğiniz ortalamaya yakın bir film olmuş Out of the Furnace. Cristian Bale’in oynadığı her roldeki yaşadığı inanılmaz değişimi görmek size de keyif veriyorsa hemen izleyin derim.

IMDB oranı : 7 / 10


Benim notum : 6.3 / 10

2 Mart 2014 Pazar

Gravity

 Oscar adayları açıklandığından beri en büyük sürpriz olarak lanse edilen Gravity filmi var bugün yazımda. En büyük sürpriz olarak lanse edilmesinin yanında en çok eleştiriyi alan film de Gravity diyebiliriz. Filmi izlerken ister istemez bu eleştirilerin etkisine kapıldım ve beklentim de çok fazla değildi. Ancak şunu söyleyebilirim ki izlediğim en etkili gerilim filmlerinden biriydi.


 İlk olarak filmimizin genel konusunu konuşalım. Filmimiz uzayda istenmeyen bir kaza sonrası mahsur kalmış ve yeryüzüne dönmeye çalışan acemi bir astronotun hikayesini anlatıyor bize. Holywood’un uzaya bakış açısını hepimiz çok iyi biliyoruz. Ve ben kendi adıma şunu söyleyebilirim ki uzaylı istilalarından ya da uzayda yaşayan ırkların savaşlarından gerçekten bıkmıştım. Gravity kesinlikle sinemaya yeni bir soluk ve de en önemlisi büyük bir yaratıcılık getirmiş. Konu çok basit gelebilir ancak bu konuyu işlemesi ve kurgulaması o kadar zor ki, bunu filmi izlerken daha iyi anlayacaksınız. Uzay temasını bu kadar gerçeklikle işleyen, uzayda neler olduğunu değil de uzayda olmanın hissini vermeye çalışan ilk film Gravity. Ve ilk olmasına rağmen şaşılacak şekilde de başarılı. Tüm bu etkenler kesinlikle filme olan eleştirileri yersizleştirmeye yeter de artar. 
Bana göre gerçekten saygı duyulması gereken bir iş.


 Koskoca filmde sadece yaratıcı bir fikir ve kurgu olması onun Oscar’a on dalda aday olmasını haklı çıkarır mı? Diyebilirsiniz. Emin olun Gravity’nin başarısı bununla sınırlı değil. Gerek müzik efektleriyle gerekse görsel efektlerle film o kadar başarılı şekilde bütünleştirilmiş ki hem olayların heyecanını hem de gerilimini sanki oradaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Bu konuda son yıllarda izlediğim en başarılı film Gravity’dir. Tabii ki çekim tekniklerinin de uzayda olmanın hissini vermede payı çok büyük. Kamera sanki gerçekten uzayda bulunan bir kameramanın ellerinden kayıt almış gibi. Böylece kendimizi bir anda filmin içinde buluyoruz.



Oyunculardan bahsetmezsek olmaz tabii ki. Sandra Bullock ve George Clooney gibi son derece popüler isimler tercih edilmiş başroller için. Tabii ki karakter üzerinden gidecek bir filmin dikkat çekebilmesi için en önemli şey güvenebileceğiniz bir aktör ile yola devam etmektir. Filmin yönetmeni ve senaristi olan Alfonso Cuaron’un yapımcıyla oyuncu seçimleri de çok başarılı bu yüzden. Bu usta isimler rollerinin hakkını gene fazlasıyla vermiş. Hatta Sandro Bullock rolünü o kadar inandırıcı oynamış ki Oscar’da en iyi kadın oyuncu dalında favorilerden olmayı başarmış.


 Arka arkaya geçmişi tekrar eden film sektörüne böyle yaratıcılıklar katan filmlere gerçekten saygı duyulması gerekiyor. Hele ki yaratıcılıkla sınırlı kalmayıp çok da başarılı bir filmi kesinlikle kaçırmadan izlemek gerek. Dramayı, gerilimi ve de bilim kurguyu uzay temalı bir filmde bu kadar gerçeklik içinde oluşturmak ve de bunda başarılı olmak gerçekten çok zor. Umarım Oscar’dan eli boş dönmeyen bir film olur Gravity. Şahsen ben bana uzayda olmanın hissini yaşatmaya çalışan bir filmi sırf merakımdan bile izlerim. Dipnot olarak şunu söyleyeyim benim en iyi görsel efekt ve en iyi ses kurgu dallarında en büyük favorim Gravity.

 Oscar adaylıkları ; En iyi film, En iyi yönetmen, En iyi kadın oyuncu, En iyi müzik, En iyi kurgu, En iyi yapım tasarımı, En iyi ses kurgu, En iyi ses miksajı , En iyi görsel efekt


IMDB oranı : 8.3 / 10

Benim notum : 8.8 /  10

2 Şubat 2014 Pazar

American Hustle

 Oscar adaylarının açıklanmasıyla birlikte 2014 yılı serüveninin heyecanı bir hayli arttı. Geçen sene yaptığım gibi bu sene de Oscar adayı tüm filmler hakkında bir şeyler karalamaya çalışacağım. Karşımızda en iyi film dalında başta olmak üzere toplam on dalda Oscar adayı bir film var ; American Hustle. Filme genel olarak  baktığımızda olağan üstü kalitede bir kadro görüyoruz. Christian Bale, Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Amy Adams, Robert De Niro gibi hepimizin tanıdığı ve tartışmamızın imkansız olduğu böyle isimleri bir araya toplayan bir filmin büyük çoğunluğunun diyaloglara ve oyunculuklar üzerine olacağını tahmin etmek zor değil. Filmi ilk incelemem de bu kanıya varmıştım ve Oscar’da en iyi film dalında şansının düşük olduğunu düşünmüştüm. The Fighter, Silver Linings gibi filmlerin yönetmenliğini yapan ve bu filmlerle göz önüne çıkan ve de gerçekten çok başarılı olan David O.Rossell’ın yeni yönettiği filminin gerçekten iddialı olduğunu izleyince anladım. Film diyaloglar ve oyunculuk üzerinden ilerlemesine rağmen duygu olarak bizi hep ekranda tutan, olayların yavaşlamadığı ve hatta finale doğru bir hayli hızlandığı yoğun bir film olmuş. Özellikle dönemin yaşamını yansıtmak için çok çalışmış film ekibi, bence güzel de bir iş çıkarmışlar. Film dikkatle izlenmesi gereken en ufak bir sahnesinin bile kaçırılmaması gereken bir film benim gözümde. Bana göre altında çok fazla mesaj bulunduran, bizim ülkemizde festival filmleri dediğimiz kategoride bir film. Bu mesajlar beklentinizi fazla arttırmasın çünkü öyle evrensel mesajlar değil; genellikle politikacıların kimlikleri, hayatı anlama yolundaki birkaç ince bilgi ve de aile yaşantısı üzerine benim aldıklarım. Ancak bu mesaj dozajı o kadar iyi ayarlanmış ki hiçbir mesaj almaya çalışmadan izlesek de film bize kesinlikle keyif verecektir. Zaten o dozajın aşılması filmin büyük bir izleyici kitlesi tarafından izlenmesini pek mümkün kılmazdı. David O.Rossell tam olması gereken yerde ve kıvamda sunmuş bize anlatmak istediklerini.


 Filmimizin kusurlarından da konuşmalıyız elbette. Evet gerçekten kendine has bir üsluba sahip bir film. Ancak hikâye sıradanlık eşiğinde işlenmiş izlerken bizi tahmin etmeye, kahramanımızın başına ne geleceğini sorgulamaya itememiş bir türlü. Yönetmen bunu yapmak istemiş ama bir türlü başaramamış gibi geldi bana. Oyuncularını oynatan yönetmen tabiri tam David O.Rossell’a göre ancak filmi oynatan adam olmak tamamen farklı bir meziyet ve Rossell bu konuda sınıfta kalıyor bu filmde. Bu konuda kendini geliştireceğini umuyorum. Çünkü ikisini de yapabilen yönetmenler gerçekten büyük yönetmenler olarak hatırlanıyor.


 Filmimiz 1970li yıllarda işinde son derece başarılı olan bir düzenbazın bir nevi ruh eşini bulmasını ve onunla ortak şekilde yaptığı işleri büyütmesinin öyküsünü anlatıyor. Tabii ki işler ikisi içinde hep iyi gitmiyor. Yükselme hırsıyla yanıp tutuşan bir FBI ajanı için çalışmaya başlamaları ve de gittikçe büyüyen ve zorlanan bir planın içinde mahsur kalmalarıyla hikayemiz gittikçe hızlanıyor.


 Oyunculuk derslerinde ders olarak kullanılabilecek bir film karşımızda. Kamerayla harika oynayıp oyuncularından en iyiyi almaya ve onları en iyi oyuna iten yönetmeni de kutlamak gerek. Christian Bale için ufak bir parantez açmak istiyorum. Vücudu ile bu şekilde oynayabilen bir aktör görmedim ben. Yanılmıyorsam bu filmden hemen önce çekimleri tamamlanan Out of the Furnace’da cılız bir adamı oynarken burada tam tersi bir adamı oynuyor. Ve yine yanılmıyorsam bunu hiçbir plastik makyaj unsuru kullanılmadan kendi yapıyor. Bundan önce de üçgen ve son derece kaslı bir vücuda sahipti, gerçekten akıl almaz bir hakimiyeti var vücudu üzerinde. Tekrar filmimize dönecek olursak en iyi film dalında Oscar kazanırsa benim için sürpriz olur. Ancak geçtiğimiz senelerde aday olmuş olsa ve kazansa çok şaşırmazdım çünkü bu sene rakipler gerçekten çok güçlü. Bunun yanında en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek ve kadın oyuncu dallarında favori olduğunu söyleyebilirim. Bu sene Oscar kesinlikle kıran kırana geçecek her türlü sonuca açık olmak gerek.


 Oscar adayı filmlerin tadı her zaman farklıdır. On dalda adaysa çok daha farklıdır. Kesinlikle bu filmi kaçırmayın.

 Filmin aday olduğu dallar ; En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi özgün senaryo, en iyi kurgu, en iyi yapım tasarım, en iyi kostüm tasarım

 IMDB oranı : 7.8 / 10

 Benim notum 7.5 / 10

28 Ocak 2014 Salı

12 Years a Slave

 Bana göre karşımızda 2014 yılına damga vuracak bir film var. Drama, biyografi ve tarih türlerinin karışımı olarak ortaya çıkan bu film kesinlikle efsane filmler listesine hızlıca bir giriş yaptı. Filmi hiç duymadık nasıl bu kadar etkili olabilir diyebilirsiniz. Bunun sebebi filmin ülkemizde henüz gösterime girmemiş olması. 24 Ocak tarihinde sinemaseverlerle buluşacak olan bu filmi kesinlikle kaçırmayın derim. Tekrar filmimize dönecek olursak kesinlikle harika bir kurgu, son yıllarda izlediğim en iyi oyuncu performansı, filmin konusunu içine çok iyi işlemiş ve bunu filme de yansıtmış başarılı bir yönetmen( eminim zenci olmasının bunda büyük bir katkısı vardır) ve de gerçek bir hikayeden alınmış hatta kitabı da bulunan harika bir insanın eşsiz hayat öyküsünden oluşan bir senaryo mevcut. Filmin ne kadar başarılı olduğunu bu ekipten de anlayabilirsiniz. Sizi Amerika’nın 1800 lü yıllarının içine atıp kölelik illetinin hissettirdiği tüm acıları, korkuları, umutsuzluğu yaşatacak bir film 12 Years a Slave. Altın kürede en iyi film ödülünü alarak tırmanışına başlayan 12 Years a Slave’in Oscar’da da en iyi film dalında aday ve en büyük favori olacağını düşünüyorum. Tabii ki Oscar’da son yıllarda oluşmuş politik görüşten sıyrılabilirse. Burada eleştiriyi filme değil de Oscar ödüllerinin dağıtımına yapmamız da en büyük acılardan biri aslında.


 Filmimiz bahsettiğimiz gibi 1840’larda Amerika’da yaşanan köleliğin, özgür olarak yaşayan zencilere bile acılar çektirdiğini en iyi şekilde anlatıyor. Özgür zencilerin uzak şehirlere kaçırılarak köle haline dönüştürülmesini sağlayan insan tacirlerini ve bu tacirlerin eline düşen zencilerin yaşadığı korkuları gözler önüne seriyor. O kadar acı çekiyorlar, o kadar eziyet görüyorlar ki özgür oldukları halde özgürlüklerini söyleyemez hatta özgür olduklarını kendileri inkâr edebilecek kadar zor bir duruma düşüyorlar. Evet, belki de filmin üzerinde durduğu en önemli noktalardan biri bu. Bir çok duyguyu bizlere aynı anda yaşatan bu filme bir eleştiri yazmak neredeyse imkansız. Kalbinize dokunan bir film yaratmış Steve McQueen. Ben yaşanılan bir dramın perdeye gerçeklikten uzaklaşmadan bu kadar iyi yansıtıldığı başka bir film görmedim diyebilirim. Belki bizim yaşımız itibariyle izleyemeyip kaçırdığımız bir film varsa ve böyle bir film bilen varsa benimle paylaşabilirse de aşırı mutlu olurum.


 Biraz da bu eşsiz kadrodan bahsetmemiz lazım. Paul Giamatti, Brad Pitt, Sherlock’dan tanıdığımız Michael Fassbender gibi yıldızların yanına isimlerini tanımadığımız ama son derece başarılı isimler eklenerek çok iyi bir kadro kurulmuş. Her biri harika oynamış gerçekten. Brad Pitt’in de artık Hollywood’da ustalık dönemine geçtiğinin büyük bir habercisi bu film. Şöyle ki Morgon Freeman’ın da yaptığı gibi büyük filmlerde küçük ama kilit rol oynayan rollerde bulunarak filme harika soluk getirme tekniğinin son ürünü olmuş. Michael Fassbender’e de ufak bir parantez açıp asıl konuşmamız gereken adama dönelim. Sherlock’tan sonra ‘nasıl bir rolle karşımıza çıkabilir ki’ dedirten bir adamdı kendisi. Filmimizde o da çok sahnesi bulunmayan karakterlerden biri, az sahnede çok iş yapmak nasıl olurun dersini vermiş diyebilirim. Ve filmde konuşulması gereken en büyük adam; Chiwetel Ejiofor. Açıkçası ben kendisinin ismini bu filmi izlemeden önce bilmiyordum. Bu ismi bir yere not edin derim çünkü ilerde birçok filmde karşılaşacağız kendisiyle. Eşsiz bir oyunculuk örneği sergilemiş. Solomon Nourthup da kendisiymişçesine rolüne inanmış ve rolü yaşamış. Bence bir oyuncu için en zor roller gerçek bir hikayenin kahramanını canlandırmaktır. Hele ki böylesine dünyayı etkilemiş kölelik olgusunu anlatırken oyuncunun sorumluluğu çok yüksektir ve bunun altından kalkmak çok zordur. Chiwetel Ejiofor değil altından kalkmak, üzerine birçok şey ekleyerek eksiksiz yerine getirmiş rolünü. Kendisini gerçekten tebrik etmek gerek.


 2013 yılında çekimleri tamamlanan efsane olacağına emin olduğum ve de umarım ki birçok ödül toplamaya devam edecek bu filmi kesinlikle ve kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum. İnsana birçok şey katacak bir film 12 Years a Slave.

 Oscar adaylıkları ; En iyi film, En iyi yönetmen, En iyi erkek oyuncu, En iyi yardımcı kadın oyuncu, En iyi yardımcı erkek oyuncu, En iyi uyarlama senaryo, En iyi kostüm tasarım, En iyi kurgu, En iyi yapım tasarım.

 Not: Altın Küre’de drama dalında en iyi film ödülünü almıştır.
(Yazı Oscar adaylıkları açıklanmadan önce yazıldı. Birkaç ekleme yaptım ancak yazının bütününü bu yönde inceleyemedim. )

IMDB oranı : 8.6 / 10

Benim notum : 9.4 / 10

26 Ocak 2014 Pazar

The Internship

 Evet bizim jenerasyonumuz ile bizden önceki jenerasyonlar arasında çok büyük farklar var. Bize göre hayat daha zor, daha dolu, daha yoğun. Onlara göre artık bilgisayarlar var, internet var her şey daha kolay. Aslında eksik olan bu jenerasyonlar arasında bir köprü oluşturacak bir şeyin olmayışı bana göre. Gerek teknoloji gerekse dünya çok hızlı değişti ve de hala değişiyor. Yeni doğan nesil de bize çok farklı bir gözle bakacaktır emin olun ki. Tabii ki bizim bir şansımız var, şimdi başlarsak Dünya’ya ayak uydurabiliriz. Filmle bu sözlerin ne alakası var diyebilirsiniz ancak bir mühendis adayı olarak şunu söyleyebilirim ki en büyük hayalimdir Google’da staj yapmak. Staj değil o harikalığı ufak bir geziyle görmek bile beni çok mutlu eder. Ve birçok genç arkadaşımız da bunların hayaliyle yaşıyor eminim ki. Tam bu noktadan filmimize dönecek olursak The Internship yenilenen dünyaya ayak uydurmaya çalışan otuzlu yaşlardaki iki kafadar adamın Google’a stajyer olarak girmesiyle başlıyor. Evet belki de çok komik bir film değil hatta sanatsal bir değeri yok bu filmin ama bana çok şey kattığını söyleyebilirim. Belki de bu konulara uçsuz bucaksız bir merakım ve ilgim olduğu için olabilir bu. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki ben bu filmi izlerken çok keyif aldım, hatta bir solukta izledim. Evet kahkahalar atarak gülmedim, harika bir kurgu demedim ama gerçekten eğlendim. Şimdi bunları dedim diye filmi çöpe attığımı düşünmeyin. Gerçekten iki harika ve tecrübeli oyuncunun oynadığı normal bir komedi filmi aslında filmimiz. Ancak arka plandaki Google etkisi beni çok etkiledi gerçekten.



 Genç nesille arada köprü kurmaya çalışan iki insanın cesaretini konu edinen bu film biraz da Google reklamı içeriyor. Biz gençlere de çok güzel mesajlar veriyor. Sadece iyi üniversitelerde okumanın,  çok iyi dereceler yapmanın yetmediğini, temelde insan olmayı ve sosyal hayatta başarılı olabilmenin gerekliliğini anlatıyor bizlere.


 Meraklısına kesinlikle izlemesini tavsiye ediyorum. Keyifli zaman geçirebileceğinize eminim.

 İMDB oranı : 6.3 / 10

 Benim notum : 7 / 10

18 Ocak 2014 Cumartesi

Der Untergang

 Tarihten kesitler sunan filmler insanlar üzerinde büyük etkiler bırakmakla yetinmez onlara dönemle ve o dönemin kahramanlarıyla ilgili bilgiler de verir. Ve çoğu film bunu yaparken bir taraf seçer, nesnellikten kaçınır. Ancak Der Untergang belki de büyük bir çoğunluğun suçlu bulduğu Adolf Hitler’in çöküşünü bile tarafsız anlatmakta. Filmin beni en çok etkileyen yanı kesinlikle bu oldu. Film gerek dönem hakkında, gerek 50 milyon insanın ölümüne sebep olan İkinci Dünya Savaşı hakkında gerekse Adolf Hitler hakkında öyle gerçekçi bilgilerle sentezlenmiş ki film bittiğinde taraf olmaktan ziyade yaşanılanlar için üzülüyorsunuz. Son yıllarda Oscar alan Amerikan filmlerinin -hatta son yıllarda demek bile yanlış, bir şeyler anlatmaya çalışan tüm Amerikan filmlerinin- yaptığı propagandayı gerek kötüleme gerek övme, bu filmde asla görmeyeceksiniz. Karşınızda gerçek bir tarihin saf bir hikâyesi var. Harika bir kurgu ile ve oyunculukla beslenmiş olması da bu türün en iyi yapıtlarından birinin karşımıza çıkmasını sağlamış.



 Filmimizin konusundan kısaca bahsetmek yeterli olacaktır. Filmimiz Berlin’in, Hitler’in Almanyası’nın ve en önemlisi Hitler’in çöküşünü anlatmakta. Alman sinemasında gerçekten ilginç bir şekilde yer alan nesnellik anlayışı bu filmle tavan yapmış. Yaşanmış tarihi anlatan böyle filmlerde de yapılması gereken gerçekten bu. Ancak bunu neredeyse hiçbir sinema kültürü başaramıyor. Bu konuda en başarısız filmlerin Türk sinemasından ve Amerikan sinemasından çıktığını da üzülerek belirtmek gerekiyor.


 Konuyu daha fazla dağıtmadan filmimize dönecek olursak Der Untergang kesinlikle DVD’si alınıp arşivlenecek filmlerden. İzleminizi tavsiye ederim.

IMDB oranı : 8.3 / 10                 
Benim notum : 8.5 / 10