29 Aralık 2012 Cumartesi

Ted

 Sıkıcı bir günde biraz eğlenmenin en güzel yolu komedi filmleridir. Hele tercihiniz güzel olursa o gün tadından yenmez bir hal alır. Ted hakkında sakın bir ön yargıya kapılmayın çünkü ayı Ted sadece sevimli bir ayıcık değil aynı zamanda çok da yaramaz bir ayıcık. Film tamamen yetişkinlere yönelik esprilerle donatılmış diyebilirim. Senaristimiz bir ayıcıktan bu kadar malzeme çıkararak iyi bir iş başarmış. Family Guy’un yaratıcısı Seth Macfarlane’in yazıp yönetip bir de sevgili ayıcığımızı seslendirdiği film sıkıcı bir günde eğlenmenizi sağlayacaktır. Orta sınıf komedi dizilerinin sıradanlığını bozan bir anlayışla aklıma yerleşti Ted. Tüm bunlara rağmen hakkında yapılan yorumların biraz abartı olduğunu düşünüyorum. Sözlerimi bitirmeden önce bir de oyunculara değinsem iyi olur. The Fighter filmindeki başarısıyla dikkatleri üzerine çeken Mark Wahlberg burada da iyi bir oyunculuk çıkarmış. Ne rolde oynarsa oynasın çizgisini bozmayan, standardını koruyan oyunculardan. Mila Kuris’e gelecek olursak benim beklentimin çok yüksek olduğu bir oyuncu kendisi. Bu sebepten olsa gerek bu filmde pek başarılı bulmadım kendisini. Mimikleri, hareketleri ve tavırları rolüyle tam uyuşsa da konuşmalarda büyük problem yaşamış. Bu filmle kalacağını umut ediyorum. Filmimize geri dönecek olursak kalbur üstü bir film olmasına rağmen sıradışılığıyla rakiplerinin bir adım önüne geçmekte Ted.

 Bir çocuğun dileğinden daha etkili bir şey yoktur !
 Filmimiz hiç arkadaşı olmayan 8 yaşındaki John’un Noel gecesindeki samimi bir dileği ile başlamakta. Gerçek bir arkadaşa sahip olmak için ayıcığının canlanmasını isteyen John sabah uyandığında bir mucizeyle karşılaşır ve o sabahla birlikte tüm hayatı değişir. Ayıcığı Ted ile büyüyen John bir türlü ondan kopamaz. Ted de onu kimseyle paylaşmak istemez. Hayatının aşkı ve Ted arasında bir seçim yapmak zorunda kalan John’u zor dönemler beklemektedir.


 Dediğim gibi sıkıcı bir gününüzde keyifli vakit geçirmek için değerlendirebilirsiniz. Hoşunuza gideceğine eminim.

İMDB oranı : 7.3 / 10
Benim notum : 6 / 10

24 Aralık 2012 Pazartesi

Taken 2

 Tutan filmlerin serileştirilmesini son yıllarda sıklıkla görür olduk. Ama bazıları var ki ilk filmi mumla aratır. Taken 2 de bu kısıma katılmış. Gönül isterdi ki İstanbul’da çekilen Taken 2 bizleri baya bir etkilesin hatta İstanbul’da da güzel aksiyon filmi çekilebiliyormuş dedirtsin. Hakkını vermek gerek birkaç sahne vardı gerçekten Holywood kokan. Öncelikle söylemeliyim ki yapımcılar bütçeyi kısık tutmak için ellerinden geleni yapmışlar. Polis arabalarımız seksenli yıllardan kalma araçlar. Senaryoya söylenecek pek bir şey yok. Hiçbir yenilik katılmamış. Aksine üzerine kafa yorulmadan geçilmiş bir çok nokta var. Kahramanımız bir bölümde kaçırılma yerini sesler vasıtasıyla bulmaya çalışıyor, geçtiği yerlerdeki anımsamalar gerçekten komikti. Son dövüş sahnesine ise diyecek hiçbir şey bulamıyorum. Yönetmenimiz ya filmi ya da Liam Neeson’u düşük kapasitede görmüş olacak ki böyle bir oyuncu seçimi yapmış. Peki filmi izlenebilir kılacak bir şey yok mu? Bir Türk olarak ilk sıraya güzel şehrimiz İstanbul’u koyuyorum. Bir de Liam Neeson’un ve ilk filmin hatırı var. Filmleri için İstanbul’u seçtikleri ve güzel de bir reklam yaptıkları için teşekkür ederiz. 

 
 Hey gidi İstanbul ! 
 Filmin konusunu bir çoğumuz biliyoruzdur ya da tahmin etmişizdir ancak ben gene de kısaca özetleyeceğim. Kahramanımız bir iş için İstanbul’a gelirken kızını ve eski karısını da ufak bir tatile davet eder. Tatilleri daha başlamadan kabusa dönüşür ve eski karısıyla birlikte rehin alınır. Eski CIA ajanı olan kahramanımız kızının da ufak yardımıyla düşmanlarını tek tek yok etmeye çalışır. 


 Taken’ın ilk filmini izlediyseniz ve Taken 2’ye göz atmak istiyorsanız beklentinizi yüksek tutmayın derim. İstanbul adına göz atılacak bir film. İyi seyirler.

İMDB oranı : 6.5 / 10 
Benim notum : 5.5 / 10

10 Kasım 2012 Cumartesi

Moonrise Kingdom

 Bizi Pazar sabahları televizyonda izlediğimiz çocuk filmlerine döndüren bir film Moonrise Kingdom. Yanlış anlaşılmasın çocuk filmi demiyorum ama o pastel renkleriyle sıcak bir tebessüm oluşturan tatlı filmlerden. Bruce Willis, Edward Norton gibi çok ünlü aktörlerin rol alıyor olması sizi yanıltmasın. Moonrise Kingdoom kendini izleten bir yapım, oyuncularını değil. Zaten Bruce Willis de Edward Norton da pasif bir rol alıyor filmimizde. Müzik ve görselliğin üst düzey olmasına rağmen film senaryo olarak biraz zayıf kalmış. Filmi izlerken hafif bir gülümseme hiç eksik olmuyor yüzünüzden. Etkiliyor, içine çekiyor fim sizi. Özellikle filmin müzikleri enfes seçilmiş. Filmin ritmini müzikler ayarlıyor diyebiliriz. Kısaca Moonrise Kingdom’u anlatmak gerekirse buram buram sanat kokan bir film.



 Sorunlu iki aşık !
 Elli sene öncesinde geçen film ufak bir adada birbirine aşık on iki yaşındaki çiftin insanlardan kaçarak kendi başlarına yaşadıkları serüveni anlatmakta. Zorlu bir çocukluk geçirmiş ve insanlar tarafından hiç sevilmemiş olan bu iki genç aşık tesadüfen karşılaşırlar ve birbirlerinin eksiklerini gidermeye başlarlar. Mektuplarla anlaşarak yaptıkları plana uyar ve herkesten kaçmaya başlarlar. İki küçük çocuğun kaybolması üzerine adada yaşayan insanlar arama çalışmalarına başlar. İki aşığın önüne bir çok zorluk çıksa da onlar kendilerini herkese kabul ettirmeyi başarırlar.


 Sıcacık bir film Moonrise Kingdom. İzlerken büyük keyif aldım. Yüzünüzden tebessümün hiç eksik olmayacağına emin olabilirsiniz.

 İMDB oranı : 8 / 10
 Benim notum : 8 / 10

21 Ekim 2012 Pazar

Arrow

 Çok güçlü bir şekilde izleyiciyle buluştu Arrow dizisi. Amerika’nın önde gelen dizi eleştirmenlerinin hepsinden geçer not aldı. Peki eleştirilmedi mi tabii ki eleştirildi. İşin ilginç yanı eleştirilen noktaların herkesce aynı olması. Oliver Queen bir Bruce Wayne mi? Açıkcası Batman gibi mükemmel bir karakterin ardından böyle bir sorunun soruluyor olması bile Arrow için büyük bir artıdır, ben bunları eleştiri olarak kabul etmiyorum. Ancak mesele senaryo bazında bakmaya geldiğinde Arrow için eksiler devreye giriyor. Batman’i anımsatmakla kalmamış, ufak değişikliklerle kopyalamış Arrow dizisinin senaristleri. Anlayacağınız yaratıcılık olarak ilk bölümlerde bir şey beklemeyeceğiz. İlk bölümü izlediğimiz de senaryoda birkaç kusur gözümüze çarpsa da bunların ilerleyen bölümlerde geri dönüşlerle harika bölümlere dönüşeceğine eminim. Kısacası her şey senaristlerin elinde. Genellikle yeni diziler rayına oturana kadar pek keyif vermez izleyenlere deneme süreci biraz sıkıntılı geçer ancak Arrow sanki bir filmmiş gibi izleyiciyi ekran karşısında tutmayı başarıyor. 


 Eleştirilen kısma gelirsek belki de sinema dünyasında aradığımız yeni kahraman, Batman’in boşluğunu dolduracak yeni kahraman Arrow’dur. Ben ilk bölümü izledikten sonra bu olasılığa inanmaya başladım. Bu dizinin sinema perdesine de yansıyacağına ve yansıması gerektiğini düşünüyorum. Ancak çok erken konuşmamak gerek. Dizinin ilerleyen bölümlerini merakla bekliyorum. 


 
 Hatalarının bedelini ödemeye hazır bir kahraman ! 
 Milyarder ve zampara olarak şehrinde ün salmış olan Oliver Queen bir deniz kazasının ardından yeni bir hayata başlar. Denizin ortasında yalnız başına hayatta kalma mücadelesi veren ve herkes tarafından öldüğü kabul edilen Oliver beş yıl aradan sonra Büyük Okyanus’un ortasındaki bir tropik adada bulunur. Evine ve şehrine dönen Oliver için her şey çok değişmiştir. Annesi, kız kardeşi ve en yakın dostu Oliver’ın değiştiğini fark etse de bu değişikliğin ne denli büyük olduğunu anlayamazlar. 
 Dönüştüğü adamı bir sır olarak insanlardan saklamak isteyen Oliver gizli Arrow karakterini yaratır. Eskiden işlediği günahların bedelini ödemek, şehri adelete ve eski ününe kavuşturmak için Arrow’u kullanır. 
 Tabii ki şehirde herkes bu durumdan hoşnut değildir. Arrow’un yetkisi olmadan kullandığı yöntemler birçok kişinin canını sıkmaktadır. Dolayısıyla birçok kişi Arrow’un peşine düşer. Bir süre sonra Oliver’ın dönüşünden yakınlarının da pek hoşnut olmadığı anlaşılır. Oliver’ın geçirdiği deniz kazasının arkasında bilinmeyen ancak gün yüzüne çıkacak daha birçok şey vardır. 
 Meraklısına dizinin tanıtımı;


 Bu dizi için en iyimser halime bürünüyorum nedense. Bu iyimserliğim sizi yanıltmasın gerçekten çok kaliteli bir yapım. Aksiyon sahneleri ve dizinin arkasında bıraktığı o gizemli hava bile kaliteli diye nitelendirdiğimiz bir çok dizinin önüne atar Arrow’u. Nefes kesecek bir macera başlıyor. Benim önerim en önden yer kapmanızdır.

11 Ekim 2012 Perşembe

50/50

 Dram komedi karışımı hiç bir film beni bu kadar etkilememişti. Filmin konusu tabiki etkileme unsurunda büyük bir artı ancak bu filmde her şey yerli yerinde. Kanserle savaşan bir insan var karşımızda, hayatının en zor dönemlerini geçiren bir adam. Buna rağmen sıcak bir gülümsemeyle ekran başında ona destek olmaya çalışıyoruz. Komedi unsuru tam kıvamında yerleştirilmiş filme. Dram komedi filmlerinde bu dozu ayarlamak büyük bir ustalık ister. Komedi unsuru biraz bile fazla kaçsa filmin dramatik konusunu yer bitirir. Gerçek bir olaydan uyarlanan 50/50 boğazınızda yutkunma hissini hissettiğiniz zamanda size sıcak bir gülümseme verebilecek bir film. Joseph Gordon-Levitt , Seth Rogen ve Anna Kendrick’in mükemmel oyunculuğuyla dalında uzun yıllar unutulamayacak bir film 50/50. Özellikle Joseph Gordon-Levitt’e bir parantez açmak istiyorum. Rolünü o kadar içten oynamış ki film bittiğinde uyarlanan hikaye onun hayat hikayesiymiş deseler sorgulamadan inanırdım. Tabiki partneri Seth Rogen’ın bu konudaki yardımı atlanmamalı gerçekten o da harika bir iş çıkarmış. Alaca Karanlık’tan dolayı belki de çoğumuzun ön yargılı yaklaştığı Anna Kendrick ise bambaşka bir rol ile karşımızda. Gelecek yıllarda daha çok beyaz perdede görebileceğimiz bir oyuncu kendisi. Açıkcası beklentimin baya üstünde bir performans sergilemiş. Film izleyiciye o kadar açık ki karakterimiz olayları yaşarken sanki biz de onunla yaşıyoruz. Karakterimizin pskolojisi ve sosyal çevresiyle olan ilişkisi mükemmel yansıtılmış. Filmin tek kusurlu yanı konunun sadece hastalık evresine endeksli olması. Filmin sonuna biraz daha renk katabilirlermiş. 



 Söylenmek istenmeyen kelime ; ‘’Ölüm’’ 
 Filmimizde gayet sağlıklı bir yaşam sürerken aniden kanser olduğunu öğrenen yirmi yedi yaşındaki Alan’ın hayat hikayesi anlatmakta. Alan sağlıklı kalmak için kendine çok dikkat eden bir insan olmasına rağmen bu illetle burun buruna gelir ve ne yapacağını bilemez. Önünde yüzde elli yaşama şansı vardır. Alan ölümle yüzleşirken her şey başladığı gibi gitmez. Alan aslında sadece ölümle değil yalnızlığıyla da savaşmaktadır. Alan dibe vurduğu an da sevgiye sarılır. Alan hayata dönme mücadelesinde hiç yalnız kalmayacaktır. 

 
 Mutlaka izlenmeli böyle filmler. Hayata sımsıkı tutunmamızı sağlayacak, içimizi umut ve sevgiyle dolduracak, bize mücadele etmeyi öğretecek enfes bir film. 

 İMDB oranı : 7.9 / 10 

 Benim notum : 8 / 10 


 Filmden ufak bir not : En etkilendiğim sahne yirmi yedi yaşına gelip neden ehliyet almadığını açıklamasıydı. Kısacası yarınımızın ne olacağını bilemeyiz o yüzden hayatın tadını çıkarmalıyız.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Prometheus

 Öncelikle söylemeliyim ki uzaylılarla ilgili olan bilim kurgu filmlerinden hiç haz etmem. Bilim kurgunun temelini onlar oluştursa da hep bilim kurguya bir eksiklik kattıklarını düşünürüm. Ancak Prometheus’un farklı olacağını başından beri tahmin etmiştim. Sinema tarihinin en ünlü serisiyle (Alien) bağlantılı olacak ve Ridley Scott’un uzmanlık alanına döndüğü bir filmin nasıl bir film olacağını izlemeden de tahmin edebilirsiniz. Prometheus’da yapılabilecek en iyi bilim kurgu teması uzayla bağdaştırılarak bizlerin önüne sunulmuş. Bu da filmi izlerken merak duygumuzun fena bir halde kabarmasına sebep oluyor. ‘’İnsanoğlu nasıl yaratıldı ? Neden ve kim tarafından yaratıldı ?’’ sorularının üstüne sıradışı ve efsanevi bir tezle senaryo oturtulmuş. Görsellik ve detaylar tek kelimeyle mükemmel. Prometheus bilim kurgu ve gerilimin muhteşem birleşimi. Scott gibi türler arasında geçişi harika sağlayan bir yönetmenden beklenilenleri kesinlikle veriyor Prometheus. Tek eksisi filmin anlaşılırlığı gibi geldi bana. Detaylar mükemmel ancak açık değil. Gerçi amaçlanan da belki budur. Yeni doğacak bir seri için soru işaretleri her zaman yararlıdır. Alien filmini unutamayan büyüklerimiz için efsanevi bir film.



 Kim bu mühendisler ?
 Filmimiz, bir grup kaşifin dünyamızın var oluşuyla ilgili tezlerini doğrulamak için evrenin en karanlık noktasında bulunan bir gezegene yolculuğa çıkmasıyla başlar. Çetin geçen yolculuğun ardından istedikleri yere vardıklarında her şeyin düşündükleri gibi olduğu hissine kapılsalar da her şey yolunda gitmez. Ulaştıkları yer aslında bir gezegen değildir. Olaylar öyle bir haddeye gelir ki dünyamız ve insanoğlu tehlike altına girer. Ve her ikisini de kurtarmak uzay gemisinde bulunan kaşiflerimizin elindedir. Dünyamızı ve insanoğlunu kurtarabilmek için korkunç bir savaşa girerler.



Bilim kurgu ve gerilimin mükemmel karışımı yeni bir mitolojiyle karşınızda. Kendinizi hayal gücünüzün sınırlarında bulacaksınız. İyi seyirler.

İMDB oranı : 7.4 / 10
 Benim notum : 7 / 10

19 Ağustos 2012 Pazar

The Hunger Games

Yeni bir serinin doğuşu
 The Hunger Games bilindiği üzere kitaptan uyarlanmış bir film. Her ne kadar bu duruma hoşnut bir biçimde bakmasam da filmi izledikten sonra düşüncemi hemen değiştiriyorum. Bir Harry Potter kadar efsane olamayacak olsa da The Hunger Games serisi kesinlikle sinemaseverleri doyuracak cinsten. Tabiki bir film bir kitap kadar ayrıntılı olamaz ancak filmi kitaplardan ayıran özelliği görselliğidir ve eğer bir uyarlama yapacaksınız görselliği üst planda tutmalısınız. Ve en önemlisi bu uyarlamanın çok başarılı olmasını istiyorsanız filmde detayları seyirciye doldurtacaksınız. Yani kısacası kitabı okumamış bir izleyici de filmdeki boşlukları tamamlayabilmeli. Ben filmimizin kitaplarını okumamış biri olarak ekran başına geçtim ve gerçekten ufak pürüzler hariç konuyla ilgili kafamda soru işaretleri kalmadı. Bir kaç pürüz elbette olacaktır ama bunlara da işin sırrı diyelim. Gelecek için The Hunger Games serisinin ışık saçtığını söyleyebilirm. Ancak ilk filmde ufak sıkıntılar yok değil. Filmin konusundan birazdan bahsedeceğim ancak şunu söylemek istiyorum film bana sadece bir oyun gibi geldi. Yani demek istediğim filmde olaylar başlamadan önce karakterlerin konuşmasından ürpertici, dehşet dolu ve bir hayli cesaret gerektiren bir yarışmanın bizleri beklediğini düşünüyoruz ve haliyle heyecanlanıyoruz. Ancak olaylar başladığında bu duyguların hiçbirini hissetmiyoruz. Maceradan çok duygusallığa yer verilmiş filmde genel olarak. Duygusallık bir seri filminin olmazsa olmazlarındandır ancak beklentileri karşılayabilmek için daha çok aksiyon sahnesi eklenmesi gerektiği kanısındayım. En azından bizi heyecanlandıracak sahne sayısı iki saatlik bir filmde iki ya da üç sahneyle sınırlı kalmamalıydı. Filmin ikili konuşmalar ve kurgunun başlamasına kadar olan yani bize olayları anlatmaya çalıştıkları kısmı ise gerçekten kaliteli olmuş. Filmimizi öbür filmlerden ayıran ve kaliteli kılan en büyük artısı da akıcılığı. Bir kitap uyarlama filmi için en önemli etkenlerden biridir akıcılık. Bana göre film dediğin ekrana kitlemeli ne kadar kaldı dedirtmemeli. The Hunger Games bu yönden enfes olmuş. Serinin öbür filmlerini merakla bekleyeceğim.



İlk olarak size açlık oyunlarının ne demek olduğunu ve ne için yapıldığını bir alıntıyla açıklayayım.
 ‘’ Bir zamanlar Kuzey Amerika olarak bilinen bir yerin yıkıntıları içerisinde Panem ulusu yaşamaktadır.Başkent Capitol’ün etrafında 12 bölge (mıntıka) bulunmaktadır. Capitol şiddetli ve acımasızdır ve mıntıkalar bir hat boyunca sıralanmıştır. Onların her biri her yıl yapılan Açlık oyunlarına katılmak zorundadır. Açlık oyunlarının yapılma amacı, geçmişte yaşanan Karanlık Günler’de Capitol’e karşı düzenlenen ayaklanmalardır. Capitol, her sene Açlık Oyunları ile otoritesini tüm mıntıkalara göstermekte, güç gösterisi yapmaktadır. Yarışma için her bir bölgeden yaşları 12 ila 18 arasında değişen birer erkek ve bir kız çocuğu göndermek durumundadır. Açlık oyunları TV’den canlı yayınlanan ölümüne bir kavgadır.’’
 Bölgeni gururlandır !
 Filmimiz 12.bölgede başlamakta. Annesi ve kız kardeşiyle yaşamakta olan Katniss sorumluluk sahibi bir genç kızdır. Açlık oyunlarına gönderilecek haraçların çekileceği kurada kız kardeşi çıkınca Katniss onun yerine gönüllü olur ve yarışmalara o katılır. Yirmi dört yarışmacı içinden sadece bir kişi hayatta kalıcaktır. . Kız kardeşi uğruna kendisini amansız bir ölüm kalım savaşının içine atmıştır. Eğer bu mücadeleyi kazanırsa hayatta kalıcaktır. Ancak hayatta kalmak için sadece savaşmak yetmemektedir.



 Gerçekten izlenilmesi gereken bir film. Özellikle bir seri olacağını düşündüğümde heyecanlanmıyor değilim. Umarım gelecek filmler ilk filmin üstüne katarak gelişir ve bize unutamayacağımız bir seriyi izleme fırsatı yakalatır. İyi seyirler.

İMDB oranı : 7.5 / 10
Benim notum : 7 / 10

12 Ağustos 2012 Pazar

The Dark Knight Rises

 Bir efsanenin ardından !
 Cristopher Nolan’ın Batman’i diğer süper kahramanlara benzemedi hiçbir zaman. Dolayısıyla Batman serisinin filmleri de bir yoğunluk içinde geçti hep. Gerçekliğe bürünmüş bir Batman yarattı Nolan. Süper kahramanların bile etten kemikten olduğunu bize unutturmadı. Batman filminin yetişkinlere hatta filozoflara bile çekici gelmesini sağladı. Hakikaten büyük yönetmendir kendileri. Bunu bu seride de takdir toplayarak kanıtladı. En zor iştir yapılmış bir işi tekrardan yaparak başarı yakalamak. Çoğu insan hala kabullenemese de Nolan’ın Batman’i Tim Burton’un Batman’inini yendi bana göre. Artık Batman diğer süper kahramanlara benzemeyen bir profil halini aldı. Dikkat edin çok beğenilen Avangers filmi aşırı bilimkurguya kaçıp dışardan gelen kötülüklerle savaşırken Nolan hiçbir zaman kolaya kaçmadı ve hep zoru seçerek Batman’in içerden gelen düşmanlarla savaşmasını sağladı. Hem de Nolan Batman’i bir seri olarak düşünmeden başlamıştı bu işe. Sırf aradaki bağı bile sonradan olduğu halde böylesine sağlam kurması bu adamın sinema tarihinde aldığı yeri hakettiğini açıkça gösterir.

 Son filmde işi daha da zordu Nolan’ın. Çünkü The Dark Knight’ta insanların gözü sadece Joker’i görmüştü. Filmin adı Joker konsa eminim ki daha çok ilgi çekerdi. Seriye genel olarak baktığımızda herkesin en beğendiği film olarak The Dark Knight gözüküyor ancak bana göre The Dark Knight bu seri için sadece aradaki bir maceraydı. Joker’in çok beğenilmesi bile Nolan’ın işini zorlaştırdı. Herkes Batman’e Joker’den daha dişli bir rakip gelemiyeceğini düşünmeye başladı. Özellikle de ilk filmi unutan kesim bu sözleri çok sarf etmeye başladı. Aradaki bağlantı gerçekten enfes serinin son filmi bana göre serinin en yoğun ve en iyi filmi.




 Cristopher Nolan büyük yönetmen gerçekten. Defalarca söyledim defalarca da söyleyebilirim. The Dark Knight : Rises izlenildiğinde sanki sosyalizmi ve komünizmi yerle bir eden bir filmmiş gibi gelebilir size. Tam öyle düşündüğünüzde seriye genel olarak bakmanızı tavsiye ediyorum. Nolan seri boyunca bize iyiliğin kötülüğü , kötülüğün de iyiliği getirdiğini anlatmaya çalıştı. İkisi de öbürü olmadan var olamaz dedi kısaca. The Dark Knight’ta iki feribot ölüme terk edildiğinde bir feribot iyiliği , bir feribotta kötülüğü temsil ediyordu resmen. Ama ikisi de birbirinden vazgeçmedi. Azılı katillerin bulunduğu feribot ilk iyilik adımını attı hatırlarsanız siyahi bir mahkum kumandayı camdan fırlatmıştı. Masum insanların bulunduğu gemide ise iyi insanlar dediğimiz insanlardan biri ben yaparım diğerlerinin canına kıyabilirim diyip kumandayı eline almıştı. İyilik kötülüğü , kötülük de iyiliği doğurmuştu. Batman Begins’de geçen ‘’Suçlular toplumun hoşgörüsünden beslenir.’’ sözü bize neredeyse her şeyi özetlemekte. The Dark Knight Rises’ da aynı şeyleri bize komünizm ve kapitalizm arasındaki bağlantı olarak vermiş.



 Ve gelelim yeni kötü adamımız Bane’e. Yeni demek pek içimden gelmiyor çünkü ilk filmdeki ipuculardan doğan bir kötü Bane. İnsanların Joker kadar dişli bir rakip Batman’in karşısına nasıl gelebilir ki diye şüpheye düşmelerine en güzel cevabı Bane ile vermiş Nolan. Çünkü Bane de tıpkı Batman gibi. İnsanın en büyük düşmanı kendisidir demiş bize üstad. Temelde sosyal yapı itibariyle birbirlerinden büyük bir fark taşıyan ancak birbirleriyle aynı şekilde yetişmiş aynı eğitimi almış Batman ve Bane karşı karşıya. Cristopher Nolan dehasını bize burada bir kez daha göstermiş .



 Biraz da Batman’e dönelim. Demiştim Batman diğer süper kahramanlara benzemez diye. Her kahraman şehrini ya da dünyayı kurtarmak için ölümü göze alır bu çok klişe bir durumdur. Ancak Batman öyle bir kahramandır ki şehrinde huzur ve mutluluk hakim olsun diye kötü adamların yaptığı şeylerin suçlamasını bile üstüne alır. Sembol olmak için çıktığı bu yolda kötü işler yapmış bir adamın (Harvey Dent) onun yerine sembol haline gelmesine bile göz yumar hatta bunu kabullenemeyen Gordon’a kendi bunu zorla kabullendirir. İşte böyle bir durumun altından yükselir kara şovalye. Ona kimse güvenmezken o gene kendi bildiğini yaparak şehrini kurtarmaya çalışır. Son filmimizin hikayesi de zaten böyle başlar. 8 yıldır hiç gözükmeyen Batman bir gecede ortaya çıkar. Hal böyle olunca da mükemmel bir film bizi bekler.


 Söylemeden edemeyeceğim kafama takılan bir çok soru oluştu. Benim bildiğim Batman hikayeleri Robin ve Batman macerası ile biter ve Batman artık yaşlanmıştır. Kısacası Cristopher Nolan bize Batman’in görüleceği son film The Dark Knight Rises dese de ben büyük bir umutla bekliyor olacağım çünkü Nolan sürprizleri sever.

 Dipnot : Cristopher Nolan öyle büyük bir dehasın ki ufak bir romantizm eklemeden edememişsin. Son sahne göz alıcıydı özellikle Alfred için.

Umarım bir efsanenin daha bitişini izlememişizdir hala içimde umut var. Bu efsanevi serinin keyfini çıkarın, iyi seyirler.

Batman Begins İMDB oranı : 8.3 / 10
Benim notum : 8.8 / 10

The Dark Knight İMDB oranı : 8.9 / 10
Benim notum : 8.6 / 10

The Dark Knight : Rises İMDB oranı ( Çıkış yılı oranı ) : 8.9 / 10
Benim notum : 9.5 / 10

24 Temmuz 2012 Salı

The Raven

Yönetmenliğini V for Vendetta filminden tanıdığımız James McTeigue’ın yaptığı The Raven çok iyi bir gerilim filmi. ABD’nin ilk büyük yazarı kabul edilen ve ölüm sebebi kesin olarak bilinmeyen Edgar Allan Poe’nun yaşamının son bölümünü işleyen ve ölümüne yeni bir teori katan kaliteli bir film olmuş The Raven. Ancak izlemeden önce Edgar Allan Poe hakkında biraz bilgi edinmenizi öneririm. Şayet Poe’nun kitaplarını okumuş biri iseniz aşırı keyif alacağınız bir film. Yazarın yaşamı üstüne kurulan senaryo, filmi gerçek hayatın içine sokmuş adeta. Yazarın yaşadığı dönemde aldığı tepkilerin ve çektiği sıkıntıların bizlere anlatılması harika. Bir gerilim filmi için büyük bir artıdır gerçek hayat süsü. Çok dikkatli ve şüpheci bir seyirciyseniz ufak detaylar yüzünden çok yanılacaksınız. Katilin kim olduğunun kestirilemeyişi filme ayrı bir sürükleyicilik katmış açıkçası. Filmde öyle ufak noktalar var ki herkesten şüphelenmenize neden olmakta. Belli ki merakla filmin sonunu beklememiz istenmiş ve çok da başarılı olunmuş. John Cusack’a da ayrı bir parantez açmak istiyorum. Rolünün hakkını gerçekten vermiş. Gizemli, melankolik ve biraz da kaçık bir yazar olarak tanınan Poe’nun tavırlarını perdeye mükemmel yansıtmış Cusack. 1800’lü yılların kasvetli havasında geçen filmin bana göre en büyük eksiği aksiyon. Filmde aksiyon sahneleri çok az ve olanlar da böyle bir film için yeterli değil. Gizemi bozmamak için aksiyonun az tutulmasını anlarım da iki el ateş etmekten oluşan aksiyon sahnelerini böyle bir filme yerleştirmeyi anlayamam. Filmi izlediğinizde katilin ortaya çıkışında da ufak bir problem olduğunu anlayacaksınız. Ancak sizlere ipucu vermek istemiyorum.



Katil kim ?
Filmimiz hikayesi bazı cinayetlerle başlar. Ancak bu cinayetler öyle sıradan cinayetlerden değildir. Cinayetlerin hepsi Edgar Allan Poe’nun yazdığı korkunç hikayelerden esinlenerek yapılmıştır. Ve bunun üzerine Poe ile genç bir dedektif güç birliği yaparak yazarın yazdığı korkunç hikayelerin birer birer gerçeğe dönüşmesini engellemek için seri katilin peşine düşerler. Yaşanan inanılmaz kovalamaca Poe’nun sevgilisinin katilin baş hedefi haline gelmesiyle had safhaya ulaşır. Ancak olayların gidişatını belirleyen de hala Poe’nun yazdığı hikayelerdir.


Filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacak ve ekrana kilitleneceksiniz. Kahramanlar ile birlikte katili bulmak için kafa yormaya ve dedektifçilik oynamaya hazır mısınız ? Bu kedi-fare oyunundan zevk alacağınıza eminim. İyi seyirler.
İMDB oranı : 6.5 / 10
Benim notum: 7 / 10

12 Temmuz 2012 Perşembe

Get the Gringo

Küçük Kasaba’ya hoşgeldiniz !
Yazıma Mel Gibson diyerek başlamak istiyorum. Mel Gibson’un yazıp oynadığı Get the Gringo nefes kesen bir aksiyon filmi. Senaryo olarak gerçekten müthiş bir iş olduğunu söyleyebilirim. Mel Gibson’un oyunculuğu ise filmi ayrı bir çitaya yükseltmiş. Açıkçası filmin bütçesi biraz daha yüksek tutulup Mel Gibson’a eşlik edebilecek kalitede oyuncular eklenmiş olsaydı film çok daha farklı yerlerde olabilirdi ancak bu hali de insanı ekrana kilitlemeye yetiyor. Filmin büyük bir bölümü Meksika’da Tijuana hapisanesinde geçiyor. Ufak çaplı bir araştırmama göre Tijuana dünyada en çok ABD’li mahkum bulunduran yabancı hapisane ve bu da senaryonun gerçekliğini biraz daha arttıran bir etken. Belli ki Mel Gibson bu durumu özellikle kullanmak istemiş. Klasik Amerikan filmi havasında geçen filmin en büyük artısı zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmemesi. Keyif alabileceğiniz aksiyon dolu, akıcı ve eğlenceli bir film.


 İzleyerek çok şey öğrenirsin.
Filmimiz Amerika - Meksika sınırında bir kovalamacayla başlamakta. Kahramanımız para dolu bir arabayla Meksika sınırına hızlıca bir giriş yapar ve Meksika polisi tarafından yakalanır. Beş parasız bir şekilde El Paeblito (Küçük Kasaba) adlı hapisaneye atılır. Kahramanımız da haliyle parasının peşine düşer ancak önce hapisaneden çıkması lazımdır. Meksika mafyasının her kademeden adamlarıyla dolu olan hapisaneden kurtulmak için çalışmalara başlar ancak orada edineceği dostlarının da artık onun için önemli bir yeri vardır. Küçük bir çocuk, karaciğeri bitmiş olan bir mafya babası ve yaklaşık 5 milyon dolara yakın para etrafında olaylar gelişir ve kahramanımız elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır.


İzlediğinize asla pişman olmayacağınız güzel bir film. Eğlenceli zaman geçireceğinize eminim. İyi seyirler.

İMDB oranı : 7.3 / 10
Benim notum : 7.5 / 10

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Gamer

Oyun oynarken bir daha düşüneceksiniz !
 Bazı filmler vardır gereken ilgiyi görememiştir, izlediğiniz zaman bu film neden ödül kazanamamış dersiniz. Gamer kesinlikle o filmlerin başında gelmekte. Hepimiz bilgisayar oyunları oynamışızdır hatta bazen abartıp saatlerce, günlerce vaktimizi bir oyunla geçirmişizdir. Yani ufak da olsa bağımlısı olmuşuzdur o bilgisayar oyununun. Peki ya oynadığımız oyunlarda yönettiğimiz karakter gerçek bir insansa ? Bu cümle bile ilgiyi çekmeye yeterken bu film nasıl gereken değeri göremedi anlamış değilim. Senaryosu efsanevi filmlere taş çıkartabilecek kadar güçlü bir film. Keza kurgusu da öyle. Ana karakterlerde oyuncu seçimi de enfes olmuş. Böyle düşününce reklamın bir film için ne kadar önemli olduğunu hemen anlayabiliyoruz. Ancak daha da önemlisi aksiyon sahneleri. Birçok insan filmlerde en çok aksiyon sahnelerine önem verir. Ve maalesef Gamer’ın aksiyon sahnelerindeki kamera açıları çok anlamsız. Bize ne göstermek istedikleri açık değil ve bu da aksiyonu hissetmemize biraz engel oluyor. Ancak film mükemmel bir bilim kurgu örneği. Hatta sosyal ağların ve internetin hayatımızı bu kadar işgal ettiği bu yıllara damgasını vurmuş olması gereken bir film Gamer.
Hiç oynadığınız oyunların gerçek olduğunu düşündünüz mü ?
 Her şey Ken Castle adındaki bir milyarderin yarattığı oyunla başlar. Castle’ın yarattığı Slayers milyonlarca insanın ilgisini çekmekte olan çok oyunculu online bir savaş oyunudur. Oyunda insanlar insanları yönlendirmektedir. Slayers’da yönlendirilecek insanlar ölüm cezasına çarptırılmış mahkumlardan seçilmektedir ve en önemlisi otuz oyun boyunca hayatta kalana özgürlük vaad edilmektedir. Yöneticisiyle birlikte tüm dünyada bir fenomen haline gelen Kable’ın ise özgürlüğe sadece dört oyunu kalmıştır. Ve olaylar bundan sonra başlar. Kable hem bu oyundan kurtulup ailesine kavuşmak hem de Castle’ın kurduğu yeni düzeni bozmak zorundadır.
Gamer gerçekten muhteşem bir film. Bir bilim kurgudan beklenen her şey var. Ben bu filmin gerekli değeri ve ilgiyi görmediğini düşünenlerdenim. Kesinlikle izlemelisiniz.
İMDB oranı : 5.7 / 10
Benim notum : 9 / 10

27 Haziran 2012 Çarşamba

Flypaper


Kim bu 1 numara ?
Flypaper kesinlikle çok ilginç bir film olmuş. Filmin ortalarına geldiğimde film ile ilgili yazı yazmayı bile düşünmüyordum açıkçası ancak filmin ikinci kısmı beni gerçekten etkiledi.  Flypaper tam da sıradışı film arayanlara göre. Filmin ikinci kısmı başlardaki kötü düşünceleri yok ediyor, film bittiğinde ise ‘’vay be’’ dedirtiyor. Yönetmen belli ki kafamızda bir karmaşa yaratmak , filmi izlerken olayları çözmek için kafa yormamızı istemiş. Filmin belli bir bölümü için gayet de başarılı olmuş. Filmin başlarında sadece olayların oluşumunu beklerken , sonlarına doğru kafa yormaya başlıyorsunuz ister istemez. Aslına bakarsanız Patrick Dempsey ve Ashley Judd’un performansı filmi iyi bir seviyeye taşımış. Kalburüstü bir film olmasına rağmen son derece ilgi çekici bir yapım.


 Filmimiz ana karakterimiz olan Tripp’in kapanış saatlerine yakin bir zamanda bir bankaya girmesiyle başlamakta. Kimse ne olduğunu anlamadan ortalık birden karışır. Ne tesadüftür ki biri aşırı profesyonel ötekisi sadece iki beceriksizden oluşan iki soygun çetesi aynı bankayı soymak için gelmiştir. Soyguncular kendi aralarında çatışırken araya Tripp girer ve herkesi yatıştırır. Ancak Tripp’in bir problemi vardır. Bir şeyleri düşünemeden edemez ve yanlış bir şeyler olduğunu fark eder. Ve asıl olaylar tam burada başlar. Her şey bir tesadüf değildir ve Tripp olan biteni anlamaya çalışır.


Film gerçekten sıradışı olmuş. İzlerken eğlenmedim dersem sizleri kandırırım. Boş vaktinizde bir göz atın derim. İyi seyirler.
İMDB oranı : 6.3 / 10
Benim notum : 6.5 / 10

17 Haziran 2012 Pazar

The Departed


İnsan kendi yolunu çizer !
Efsane filmler hakkında yazılacak çok şey vardır. The Departed kesinlikle suç dramasının efsanelerinden. Senaryosuyla , oyuncuların kalitesiyle, gerçekliğiyle insanı büyüleyen bir film. Zaten  Jack Nicholson, Leonardo DiCaprio ve Matt Damon’ın birlikte oynadığı bir filmin başarısız olma ihtimali sıfıra yakın diyebiliriz. Bir de bu oyuncular güzel bir senaryo ve iyi bir yönetmen ile bir araya gelmişse karşınızda bir efsane var demektir.  Ayrıca bir çok ödül sahibi olmasına rağmen Oscar ödülünü bir türlü alamayan yönetmen Martin Scorsese ‘de bu filmle Oscar 'a kavuşmuştur.(En iyi yönetmen dalında) 2006 yapımı olan filmimiz bize film ile birlikte bir çok şey de aktarmış. İyiler ve kötüler yoktur herkes her şey olabilir. Tek doğru olan şey insanın kendi yolunu çizdiğidir. Filmin senaristi Willian Monahan’nın tabiri ile film; insanların, hayatında yapmak istedikleri ve yapması gerekli olduğu şeyleri yapamayıp dışına çıkması, hata yapması ve bunun getirdiği trajediyi anlatıyor. Kısacası iyilerin iyilik yapamadığı, kötülerin kötülük yapamadığı bir tema. Her efsane film altında bir felsefe yok mudur zaten? Ancak filmin ufak bir kusuru da var. Çıktığı dönemde Amerika’da uyarlama bir senaryoya sahip olduğu için çok eleştirilmiş olsa da filmin kusurlu kısmı bana göre senaryonun karakterler hakkındaki eksikliği. Filmi izledikten sonra iki ana karakterin çocukluklarının eşit biçimde ele alınmadığı kanısı oluştu bende. Birisinin neden bu işe bulaştığı bize anlatılırken diğeri hakkında sadece ufak parçalara yer verilmiş. Açıkçası senaryo karakterlerin geçmişini bize anlatmada biraz yetersiz kalmış. Yine de The Departed izlenmesi gereken ilk yüz film listesine girebilecek kalitede bir film. Daha önce izlemediyseniz izlediğinizde ben bu filmi nasıl izlememişim diyeceğinize eminim.


İki farklı çocuk, iki farklı öz geçmiş, kendi gibi görünemeyecek hiç bir zaman kendi gibi olamayacak iki çocuk. Ve bu iki çocuk görevlerini yapmaya başladıkları bir anda kendilerini sonunda ölüm olan acımasız bir savaşın içinde bulurlar. Hem de birbirlerini bulmaya çalışırken. 
Filmimiz köstebeklerle dolu bir mafya grubu ve bu mafya grubunu çökertmeye çalışan ancak kendi içindeki köstebekleri de bir türlü temizleyememiş olan bir polis teşkilatının mücadelesini anlatmaktadır. Ancak tehlike dolu bu dünyada her sır gizli kalamaz. Köstebeklerin varlığı anlaşıldığı anda amansız bir mücadele başlar. Köstebeklerin tek istediği farklı kimliklerde yaşamanın ağırlığından kurtulup hayata tutunabilmektir.



Öyle bir film ki etkisinden kurtulmak zaman alacaktır. Bu eşsiz film size yüz elli bir dakika boyunca keyifli zaman geçirme fırsatı sunmakta. Filmin daha başında koltuğunuza iyice kurulacak ve bir saniye bile filmin başından ayrılmak istemeyeceksiniz. Heyecanın sonuna geldiğiniz zaman kesinlikle şaşıracaksınız.  İyi seyirler.
İMDB oranı : 8.5 / 10
Benim notum : 9.4 / 10
Kazandığı akademi ödülleri;
-En iyi film ödülü
-En iyi kurgu ödülü
-En iyi yönetmen ödülü
-En iyi uyarlama senaryo ödülü

8 Haziran 2012 Cuma

This Means War

İki ajan , bir kadın
Bazı filmler vardır ki kesinlikle güzel vakit geçirebilmeniz için yapılmıştır, zamanın nasıl geçtiğini anlayamazsınız. This Means War da öyle bir film işte. Güzel bir film izlemek istiyorsunuz ama hangi tür film tercih etmek istediğinizi kestiremiyorsunuz. Böyle bir zamanda This Means War size çok iyi bir fırsat sunacaktır. Biraz aksiyon , biraz komedi , biraz da romantizm. Hepsi bir filmin içinde. Film günlük hayatta karşımıza çıkabilecek bir durumu film vari bir şekilde bizlere anlatmış ve bence çok da başarılı olunmuş. Kısacası film keyifli vakit geçirebilmenizi sağlayacak her unsura sahip.

Hikayemizi oluşturan temel aslında bir tesadüf. Her şey yiyip içtikleri ayrı gitmeyen çok iyi arkadaş olan ve aynı zamanda da ortak olan iki CIA ajanının(FDR ve Tuck) aynı kıza aşık olmasıyla başlar. İşlerinde çok başarılı olan FDR ve Tuck seçimi şanslı kızımız Lauren’e bırakır ve olanlar olur. Buluşmalar , denemeler derken Lauren akıl danışmanı olan Trish’in de yardımlarıyla sonunda kararını verir. Ancak atlatmaları gereken bir sorun daha vardır.

Film bittiği zaman suratınızda sıcak bir gülümseme bırakacak. Filmin en keyifli bölümü bana göre son kısmı. Şimdiden iyi seyirler diliyorum.
İMDB oranı : 6.4 / 10
Benim notum : 7.5 / 10

4 Haziran 2012 Pazartesi

Project X


Efsanevi lise partisi !
Öncelikle söylemeliyim ki Todd Phillips eğlenmesini çok iyi bilen bir adam. Hangover serisinden sonra Project X'in teması da çılgınca eğlence. Film bir başyapıt olmasa da gerçekten keyifli vakit geçirmenizi sağlayacak türde. Yapacak bir şey bulamayıp canınızın sıkıldığı zamanlar iyi bir alternatif olacaktır. Ancak kamera çekimine değinmeden edemeyeceğim. Kamerayı filmdeki karakterlerden birinin elindeymiş gibi göstermek son yıllarda yaygınlaşmaya başladı. Bir sinemasever olarak bunu anlamlandırabilmiş değilim ben. Bu yöntemin bizi filmin içinde hissettirdiğine inanmayanlardanım, aksine kaliteyi düşürdüğünü savunuyorum. Bu yöntem gerçekten kullanılmak isteniyorsa karakter dışındaki başka bir kamera açısına geçilmesi bana saçma geliyor, "kandırılıyorum" hissi yaratıyor bende. Filmimizde bu yöntemi kullanmış anladığınız üzere. İnsan düşünmeden edemiyor: daha kaliteli olamaz mıydı ?

Hikayemiz  üç "ezik" lise öğrencisinin bir parti planlamasıyla nasıl popüler olduklarını anlatıyor. Aslında partinin pek de planladıklari gibi gittiği söylenemez. İşin eğlenceli kısmı da tam bu noktada başlıyor zaten. Partiye katılan tipler, komşulardan gelen şikayetler, çığrından çıkan olaylar derken parti son buluyor. Partiden sonrası ise tam anlamıyla bir olay. Olay diyorum çünkü ülkedeki tüm talk şovlarda,radyo programlarında bu parti konuşuluyor. Ne de olsa neredeyse ortadan yok olan bir mahalle söz konusu parti sonrasında...

Başından beri anlamış olsak da filmimizin bir seriye dönüseceği ipucusu da verilmiş seyirciye. Çerezlik bir film diyebiliriz ama Project X'in devam filmini kesinlikle izleyeceğimi şimdiden söyleyebiliyorum.

İMDB oranı : 6.6 / 10 
Benim notum : 6 / 10

2 Haziran 2012 Cumartesi

Safe House


Merhabalar, öncelikle söylemek isterim ki ben büyük bir film tutkunuyum. Film izlemek en büyük hobimdir belki de. İzlediğim filmlerden çıkarımlarımı, az çok bu işle ilgili edindiğim bilgileri kaleme dökmek, filmler hakkında düşüncelerimi sizlerle paylaşmak, siz filmi izlemeden önce size o filmle ilgili bir fikir sunmak istedim.Bunu yaparken de işin teknik kısmına fazla girmeden filmleri sinemasever olarak değerlendirmek , en önemlisi sizlerin keyifli vakit geçirmenizi amaçladım.Emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarak , sizi de fazla sıkmadan hemen ilk yazıma geçmek istiyorum.

Safe House; saf aksiyon !
Bir filmin kapağında Denzel Washington’u görmek film kötü olsa bile izlettirir kendini insana. Ancak Safe House’un  Denzel Washington’un önüne geçtiği aşikar. Kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Filmin süresi son senelerde çekilen aksiyon filmlerine nazaran daha uzun. Açıkçası genelde aksiyon filmleri için sürenin uzun olması bir dezavantajdır. Çünkü eğer film gereğinden fazla uzarsa adrenalin ve heyecan tüm filme yayılamaz, bu da izleyicinin filmden kopmasına sebep olur. Ancak Safe House tüm film boyunca adrenalinin bir basamak bile aşağı düşmediği saf bir aksiyon filmi. Film öyle bir başlıyor ki ilk dakikalardan oturduğunuz yere yapışıveriyorsunuz. Bu kadar hızlı başlayan bir filmin sonu nasıl olur diye düşünüp koltuğa iyice yayılıyorsunuz.

Kanıtla Kendini  Matt !
Genç CIA ajanı Matt Weston kız arkadaşıyla sıradan bir hayat yaşarken, tıkılıp kaldığı dört duvar arasından sıyrılmak için terfi ister.  Ancak bir problemi vardır, görevde olduğu süre boyunca yeterli saha tecrübesi  edinememiştir.Ve eline büyük bir fırsat geçer. Yapması gerekenler  doğru kararları vermek ve neredeyse tüm ülkeler tarafından aranan eski CIA ajanı kaçak Frost’a  karşı sorumluluklarını yerine getirmek. Tabi işler göründüğü kadar kolay değildir. Matt öyle bir noktaya gelirki elindeki fırsat düşündüğünden de büyüktür .
Kim bilirdi ki acemi ajan Matt Weston’ın tüm ülkelerin güvenlik sistemlerini tehdit edebilecek bir adam olacağını...
Kısacası , Safe House iyi bir aksiyon filmi olmanın bütün gerekliliklerini taşıyor. İzlenmesini kesinlikle öneriyorum.
İMDB oranı :  7 / 10
Benim notum : 8 / 10